Canalblog
Editer l'article Suivre ce blog Administration + Créer mon blog
Publicité
Littérature
Publicité
Archives
Littérature
Derniers commentaires
Littérature
Catégories
22 février 2012

MİLLİYETÇİLİK

irkçilik          Konuya "insanın ırkı yoktur" deyimiyle girmek gerekirse bunun anlamına güç katmak gerekir. Zaten esas anlamıyla bu deyimin özünde yatan, tek kelimeyle tek bir insan anlayışı var. Günümüzün açık faşist diktatörlüğü, insanlığın üzerinde kurmuş olduğu hegemonyacılığın dayattığı tek bir olgu var. Bu da milliyetçilik ve ırkçılıktır. Bugün artık milliyetçilik ve ırkçılık kavramıyla faşizm kavramı aynı anlamdadır.
Milliyetçilik ve ırkçılık temelinde devlet sistemleri ortaya çıkar. Bu iki deyim esas anlamıyla insanlığın gelişimi önünde büyük bir engeldir. İnsanlığa düşman ve insanlığı körelten, insanlar arasındaki ilişkiye darbe vuran bir idedir. Milliyetçilik ile ırkçılık, ideolojik olarak aynı kapıya çıkar. Milliyetçilik, ırkçılık, devletçilik ve militarizm kavramları hemen hemen aynı anlama gelir. Kelime itibariyle farklılıklar olsa da öz itibariyle aynıdır. Irkçılık da gene arı bir ırka ve tek millete dayalı ve bu millet topluluğunun oluşturduğu bütünlükten dolayı devlet olgusuna dayalı bir tipolojinin ortaya çıkması insanlık için çok tehlikeli bir olaydır. Bunun birçok örnekleri de yaşanmış. Japon emperyalizminin I. dünya paylaşım savaşımında dünya insanlığına meydan okuması olayı, II. dünya paylaşım savaşımında Alman emperyalizminin gene dünya insanlığına meydan okuması olayı gene aynıdır. Bu iki ırk, dünya alemini endişelendirdiği için alternatif olarak sosyalist sistem ortaya çıkar. (sosyalist-komünal toplum). Yani insanlığın kurtuluşu için, bu sistemin ortaya çıkması zorunlu olur. Yoksa bu sistem kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Açıkçası milliyetçilik, insanlığı eski mağara devrine götürüp hapseden bir zulümdür. Milliyetçilik öyle denildiği gibi vatan sevgisiyle ilgili değildir. Vatan veya toprak sahibi olma olgusunu araç olarak kullanmak en tehlikeli bir şeydir. Milliyetçilik, insanlığın gelişmesi önünde bir engel olup, kendi sonunu getiren bir girdaptır. Hem bireyler arasında, hem de toplumlar arasında düşmanlık tohumunu ekmeye hizmet eder. İnsanlar arasında kin ve nefreti doğurup yeşertir ve böyle bir zihniyet yapısına paralel olarak sürekli ırka ve milliyetçiliğe dayalı savaşlar devam eder. Peki böyle bir zihniyet yapısı insanlığın gelişmesine hizmet edebilir mi? Böylesi bir zihniyet yapısı diğer milletlerle nasıl diyalog kurabilecek, nasıl gelişim gösterecek, ilişkileri nasıl geliştirecektir? Elbetteki değişik milletler var, değişik renkten toplumlar var. Canlı alemin türüne inanırsak, insanların da türüne inanmak zorundayız. Ama bu türü veya herhangi bir ırkı yüceltmenin de hiçbir anlamı olmamalı. İşte eğer bir ırk yüceltilip, bir diğeri de aşağılanırsa, milliyetçi duygular ateşlendirilirse, böyle bir durum, değil kendi gelişmesine, insanlığın gelişmesine bile hizmet etmez. Tam tersine kendi gelişmesine engel yaratmış olur. Nasıl ki milliyetçilik kendi içinde kendine düşman yaratırsa, vatanseverlik de dışarıya karşı büyük bir düşmanlık yaratır ve tehlike oluşturur. Ortaya çıkan bu tehlike, uluslararası düzeye çıkarıldığında insanlığın gelişimi önünde bir engel duruma gelir ve altında çıkılmaz sonuçlar doğurur. Böylece insanlık önemli yaralar alır. Aslında günümüzdeki toplumların durumu da bundan ibarettir. Açıkçası gerek ırk temeline dayalı bir milliyetçilik, gerekse devletler ve milletler topluluğuna dayalı bir milliyetçilik gene aynı anlamdadır. Yani ırk düzeyinde bir milliyetçilik ve devlet düzeyinde bir milliyetçilik diye bir ayrışıma başvurursak, bunu şu şekilde de açımlandırabiliriz;
Bir ırk, kendi içinde bir başka ırka veya etniklere baskı kurarsa ve onun üzerinde sürekli milli bir baskıyı arttırıp onun yokolmasına bile sebep olabilir. Tarihte birçok insan türü veya etnikler yok edilmiştir. Bu yok edilmeler ya dini savaşlarda olmuş, ya da ırk savaşlarına dayalı olmuştur. Ulus-devletlerin ortaya çıkmasından da aynı akıbetler yaşanmıştır.
Meşe ağacının nasıl değişik cinsi (türü) varsa, kavak ağacının nasıl değişik cinsi varsa, kuşların nasıl değişik türü varsa, yediğimiz meyvelerin her birinin nasıl türü varsa, balıkların nasıl türleri varsa, toprağın nasıl değişik rengi varsa, taşların nasıl değişik türü varsa yani özce ve kısaca doğada varolan her şeyin nasıl değişik türü varsa, işte insanın da aynı şekilde değişik türü ve rengi vardır. Farklı renklerden ve cinsten olan insanlar gene özde aynı olup insandırlar. İşte siyah tenli, beyaz tenli, sarı tenli, buğday tenli, kızıl tenli vs..vs.. Ama her türün kendi fiziki yapısına bağlı bir ortak yanı vardır. İşte her canlıyı canlı yapan esas payda, bu noktadır. Her canlı da gene insan tarafından adlandırılır. Allah veya Tanrı kavramı da gene insan tarafından yaratılır. Her canlıyı ve cansızı da Allah veya Tanrı adlandırmaz. Her canlıyı adlandıran da (Allah veya Tanrı kavramı da dahil) gene insanın kendi üstün zekâsı sayesinde olur. İnsanın varlığıyla her şey varolur ve bu her şeyi de gene insan adlandırır. İnsan olmasaydı acaba algıladığı doğa olur muydu? Veya şunu şöyle söylemek lazım;
Doğanın varlığı, insanın varlığına bağlıdır. Bu iki olgu iç içe ve birbiriyle bir bütündür. İnsan doğadan, doğa insandan kopuk ele alınamaz, bu imkânsızdır. Bu ikisi birbirinden kopuk ele alınırsa sonuç hiçleşir. Tanrı’nın varlığı da ha keza aynıdır. İki olgu da iç içe olup bir bütünlüktür. Onun varlığı da insanın varlığına bağlıdır. İnsanın kendi üstün zekâsından, beyninden dolayı hep yaratıcı olur. Benim açımdan Tanrı eşittir evrendir ama bir başkası için, Tanrı eşittir görünmez bir varlık olabilir.
Belirttiğim gibi doğada canlılar üzerinde egemen tek güç insandır. Her çeşit hayvanı kendi nefsi uğruna terbiye eden gene insandır. İnsanlığın gelişimine ve gerilemesine yön veren, gene bu canlı varlıktır. Kendi arzu ve ihtirasları uğruna bazı canlıların kaybolmasına sebep olan gene bu canlıdır. Açıkça şunu diyebiriliz;
Doğa’da canlı alemler içinde en vahşi varlık insanın ta kendisidir. İşte iyi ruhlu melek de insandır, körü ruhlu iblis de insandır. Zalimi de var, mazlumu da var. Aslında ırkçılık ve milliyetçilik kavramı, aile yapısının ortaya çıkmasına paralel olarak toplumsallaşma ve devletleşme olgusuyla ortaya çıkar. Fakat bu, gâh kölecilik sistemiyle (derebeylik) kendisini örtbas eder, gâh feodalizmle örtbas eder, gâh kapitalizmle kendisini örtbas eder.
Sınıf çatışmasının ve sömürünün ortaya çıkmasıyla birlikte egemen sınıf, kendi çıkarı doğrultusunda milletler arasında sürekli nifak tohumunu ekip birbirine kırdırarak ezilenlerin sırtında boza pişirdiği görülür. Bu tür şeylerin analizi ve incelenmesi yapıldığında, sürekli bu oyun ve hileler ortaya çıkar. Egemen sınıf kendi çıkarını korumak için, her dönem ve her çağda, fakir kesimi içinde sürekli çatışma yaratıp birbirine düşürerek, birbirine düşman ettirerek kendisini sağlama alır. Bu çatışmayla zamanla dini kullanır. Zamanla ırkçılıktan faydalanır. Zamanla aile yapısından faydalanır. Zamanla namus olayını devreye koyarak toplumu kullanır. Zamanla mezhepçiliği kullanır. Zamanla milliyetçiliği kullanır. Yani bu egemen güç, her türlü yolu denemekte geri durmaz. Savaşa gider barış kılığı altında! İnsan katleder vatan aşkı uğruna! Bir ırkı yokeder dünya insanlığı adına! Katliamlar uygular din uğruna! Onun başvurduğu bu hile ve entrikaların esas amacı fakir kesimin dikkatlerini kendisinin üzerine çekmemesi içindir.
İşte ABD'nin Ortadoğu'ya müdahalesi bunun en son canlı örneğidir. O, "Ortadoğu'ya barış ve demokrasi getireceğim" demogojisiyle oraya yerleşmek istiyor. İlk başta Saddam'ı koz olarak kullanıp "kitle imha silahlarının varolduğu" görüşünü dünya insanlığına empoze ederek, bu maskeyle insanlığı kurtaracağını savundu. Bu görüş fos çıkınca ve esas maskesi düşünce, bu defa Ortadoğu ve islam dinine dil uzattı. İslamlığı ve islam ülkelerini medeniyetsizlikle suçladı. İslam ülkelerine demokrasi ve insanlığı, barışı getireceğini ileri sürdü. Ama sonuç ortadadır. Milliyetçiliği, aşiretçiliği ve ırkçılığı uyandırıp dünya insanlığını, kardeşliğini baltalayıp bölük pörçük etmek, parçalayıp zayıf düşürmek, onu kendi idaresi ve egemenliği altına almaktır. Türkiye de aynı hileyi Kıbrıs için kullandı. Fakat adına "Kıbrıs barış harekatı" dedi. Bunlar hep egemen sınıf ve devletlerin başvurduğu hile ve entrikalardır. Bu sebeple egemen sınıf, dünya insanlık ve kardeşliğine karşıdır. Neden? Çünkü kendi keyif ve zevklerini yaşayamıyacaklar da ondan.
Irkçılık ve milliyetçilik temeli üzerinde kurulmuş bir devlet, hiçbir zaman kendi toplumuna kültürel, sosyal, politik ve ekonomik olarak ileri götürüp geliştirmez. Mezhepçiliğin, ümmetçiliğin, cemaatçılığın hakim olduğu bir devlette, uygarlık ve çağdaşlıktan, hukuktan bahsedilmez. Çünkü ilkel milliyetçilik, şovencilik, modern milliyetçilik ve ırkçılık medeniyete karşıdır, medeniyetin gelişmesi önünde bir köstektir. Dünya insanlığı birliğine karşıdır. Kültürleri yozlaştırır, sanatı yokeder. Zaten özde sanatın ırkı ve milliyeti yoktur. Evrensel kültürün ırkı ve milliyeti yoktur. Sanat da bence evrenseldir ve öyle de olmalı. Sanat halka dayanmalıdır. Sanat, toplumsal ve sosyal bir üründür. Kültür de aynıdır. Irkçılık ve milliyetçilik, sanatın ve kültürün düşmanı ve zehiridir, insanlığın zehiridir. Bir ülkede ne kadar özgürlük olursa, orda evrensel bir sanat ve kültür yoğunlaşması ortaya çıkar. Milliyetçilik konusu hangi şekilde ve nasıl ele alınırsa alınsın, ne kadar güzel anlam yüklenilirse yüklensin, bu kavram öz itibariyle insanlığın gelişimine engel bir olgudur. Tarih tanıktır. Vatanseverlik de aynı eş düzeydedir. Din olayı da yine aynı noktaya tekabül eder. Her toplumun kendi sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yaşama doğrultusunda bir inanç yapısının olması da doğaldır. Fakat egemen sınıfın, bu dini kendi politikasına alet etmesi yine bir sömürü biçimidir. Devlet olgusu da aynıdır. Ama neden halka dayalı, demokrasiye dayalı bir devlet biçimini istemiyor egemenler? Bu da gene korkularındandır. Yani üstten alta doğru değil, alttan üste doğru bir idare şekli yaşanmaz. Bu da gösteriyor ki egemenler kan emmekten zevk duyan bir üst tabakadır. Böyle bir şeyin yaşanmaması insan doğasına aykırı bir şey mi? Hayır! Elbette insanlığın gelişmesi önünde engel olan bu tür ideolojilerin kendi anlamlarını kaybetmesi ve toplumlar nezdinde benimsenmemesi uzun bir zaman alır. Fakat aydın ve çağdaş insana düşen esas görev, insanlığın gelişmesine engel olan bu ve benzeri şeyleri sürekli eleştirip yazmakla, yol göstermekle olur.

(Makaleler, Denemeler ve Öyküler) Edebiyatca (HD)

 
Publicité
Publicité
Commentaires
Publicité