Canalblog
Suivre ce blog Administration + Créer mon blog

Littérature

Publicité
Archives
Littérature
Derniers commentaires
Littérature
Catégories
1 mars 2014

ALEVİLİK

semah

Bakalım Alevilik, bir düşünce ve felsefik görüş olarak kendini yaşatabilecek mi? Bunu nereye ve ne zamana kadar devam ettirebilir? Bu da tartışmalıdır. Eğer bu halk planlı, proğramlı, disiplinli ve örgütlü bir yapıya kavuşmazsa, tarihten silinecekleri kaçınılmaz olacaktır. Yaşam, bunu Aleviler'e dayatıcı kılmıştır. Ama beraberinde bir yığın sorunları da taşımaktadır. Bu da ancak bilinçli, planlı ve proğramlı bir biçimde örgütlülükten geçer. Bir toplum kendi kültürüyle ne kadar hamurlaşır ve yoğrulursa, o toplum o kadar çabuk toparlanarak büyür ve gelişir. Bu yol da gene örgütlü birlik ve beraberlikten geçer.

         Aleviler bir dünya ailesi olarak, bulundukları konumları itibariyle yokolma ve tarihten silinmeyle de karşı karşıyadır. Bu dayatma ve tehlike de Türk egemen sınıfın asimile ve imha politikasından mevcuttur. Zaten şu durumda Aleviler ne yazık ki ikiye bölünmüş durumdadırlar! Bu bölünme ilerde belki artabilir. Hatta Aleviler'in yok olma ihtimali de büyük bir olasalıktır. Bu yokolma, kendi kültüründen uzaklaşma ve kopması yeterli bir mazarettir. Bu bölünmeye de doğal olarak bir süs verilmektedir. Bu da "diyalektiksel doğallıktır. Her şey bölünebilir ve parçalanabilir ilkesidir. Artık bomba çoktan patlamış, içindeki nötron-proton ve elektronlarına ayrışmıştır. Bu da doğanın temel kuralıdır. Bu kuralın önüne geçilmez." gibi ezbere bilinen deyimlerdir. Her şey bu mantıkla uygulanıp kulak ardı edilerek göz yumuldu. Hem Alevilik, hem de devrimcilik, bu "bölünmüşlük ve parçalanmışlık" bahanesiyle darmadağan edildi. İnsanoğlu böyle demiş ya... Ama her sunî ayrılık ve bölünmeler de doğal değildir. Egemen sınıf tarafından baskı altına alınan, bir halkı zorla dağıtarak götürüp camiye ve din kisvesi altında zehirletmek aslında doğal değildir. Egemen sınıf tarafından yaratılan sunî bölünme ve parçalanmalara alet olan bir toplumun olması, ne yazık ki acı bir olaydır! Buna karşı Alevi toplumunun örgütsüzlüğü ve ciddiyetsizliği de söz konusudur.

Eskiden aşırı sol geçinenler, devrimci örgütler içine sızarak ekonomik rant elde etme peşindeydiler. Bunlar devrimciliği laçkalaştırıp halkın gözünden düşürerek batırdılar. Şimdi de bu sömürücü ve talancılar Alevi kurumlarına sızarak bu felsefeyi batırmaya çalışmaktadırlar. Alevilik ve Kürtlüğü politik malzeme yapıp, kendi siyasi emelleri uğruna harcama ve dağıtma peşindedirler. Bu alanları kendilerine geçim kapısı durumuna getirme çabasındadırlar. Alevi kurumlarına çöreklenen bazı unsurlar, perde arkasında egemen sınıfla işbirliği yapıp, bu alanları da dağıtmak politikasını gütmektedirler. Günümüzde artık her şey siyasi rant kapısı haline getirildi. Alevilik bile oy deposu haline getirilerek politika malzemesi yapılmaktadır. Hem Alevilik, hem Kürtlük siyasi rant kapısı haline getirildi.

           Günümüzde vahşi kapitalizm, ezilen dünya halklarının üzerinde büyük bir baskı uygulamaktadır. Bu vahşi kapitalist sistem, toplumların ahlâkî yapısını da etkileyerek dejenerasyona uğratıyor. Kişileri bireyselliğe itiyor, toplumların ahlâk yapısında ruhsal denge bozuklukları ve tahribatlar yaratıyor. Bu durumda ileri unsurlara düşen en büyük görev, kapitalizmin bu yönüne alet olmamak için toplumu sürekli aydınlatmak en büyük görevi olmalıdır. Aleviler'in de bu vahşi kapitalizmden etkilenmeleri kaçınılmazdır.

          Bir Alevi'nin köydeki feodal yaşamı farklıdır. Şehirdeki bir Alevi'nin yaşamı daha bir farklı olur. Çünkü Alevi zümresi de bu çağda, bu yaşam çelişkisinden bağımsız değildir. Toplumların şehirlere yığılmasıyla birlikte kendine özgü karmaşık ve farklı bir toplumsal ve sosyal yapılaşmayı beraberinde getirir. İster istemez Alevi kodamanı da, patronu da, ağası ve beyi de olur. Bu tür unsurların ortaya çıkması da kapitalizmin çarpık düzeninden kaynaklanmaktadır. Bunlar doğal sosyal ve toplumsal farklılıkların oluşumudur. Aynı zamanda Alevi işçisi de olur, memuru da olur, köylüsü de olur, fakiri de olur, zengini de olur. Bu anlamda artık sınıfsal olarak Aleviler'in kurtuluşu da ezilen dünya insanlığının kurtuluşuna bağlıdır. Yani ezilen fakir Aleviler de bu sınıfsal mücadelenin bir parçasıdırlar.

          Aleviler, dünya ailesinin bir üyesi olarak kendi yerini, konumunu ve felsefik görüşlerini geliştirip yaymalıdır. Bu da onların en temel hakkıdır. Bu güzergâhta diğer milletlerle diyalog kurup onlarla hem fikir, hem de kültür alışverişinde bulunmalıdırlar.

          Anadolu Aleviliği, kendine özgü bu yaşam felsefesini yaşatmak ve yaymakta tereddütsüz ilerlemesi şarttır. O, hiçbir gücün etkisi altında kalmadan doğru bildiği yolda ayrılmadan bütün insanlık âleminin birliğini ve dirliğini kendi felsefesine kılavuz etmesi şarttır. O, bu konuyu uluslararası arenaya çekip, hatta insanlık alemine kendi bu felsefik görüşünü sunmalıdır. İnsanlık âlemine Alevilik öğretisi yolunu gösterip bıkmadan anlatmalıdır. Davranışlarıyla örnek insan olmalıdır.

          Gerek teoride, gerekse pratikte, Aleviler tüm örf-adet, gelenek ve göreneklerine sahip çıkmalıdırlar. Yoksa her esen rüzgâra kapılıp doğanın boşluğuna savrulup giderler.   

Günümüzde dünya insanlığının gerçekten Alevilik öğretisi ve felsefesine müthişbir ihtiyacı vardır. Alevilik sadece Anadolu insanı için değil, tüm dünya insanlığına ayrımsız bakışıyla, dinine, diline, cinsine, rengine ve ırkına bakmaksızın bir ve eşit görmesi gerekir. Kanımca Alevilik dünya insanlık ailesinin barış ve kardeşliği için vazgeçilmez bir harç olması, en yerinde olan bir örnektir. Söz konusu "insan" olunca bunun evrensel boyutu da farklı olacağı kesindir. Anadolu Aleviliğinin felsefik öğretisi kendine özgü farklı bir içeriğe sahip olsabile, onun diğerlerine kucak açması  ve diğerlerine de eşit bir nazarla bakmasını da ihmal etmemelidir.

          Alevilik sadece bir Anadolu düzeyinde ele alınırsa, bu bakış açısıyla bir sakatlığın doğması kaçınılmaz olacaktır. Bu anlamda, Aleviliğin"tüm dünya insanlık âlemine bakışının aynılık ve eşitlik" ilkesine ters düşer. Bunun için Aleviliği işlerken, onu bir dünya ailesi düzeyine taşırmayı ilke haline getirmek gerekir. Çünkü o, insanı kendisine merkez alır. Onu sadece Anadolu'ya hapsetmekle, hem kendi sonunu yakınlaştırır, hem de dünyadan soyutlanarak sıradan basit bir duruma düşer. Kendi anlamını ve içeriğini de yitirmiş olur.

Hasan DAL

(Edebiyatca)

Publicité
Publicité
14 février 2014

YEMEZLER

 

kôle

Sen, polisi tam techizat sokağa sal.
Tomaları ve tankları sokağa sal.
Polis ortalığı gaz fişekleriyle yakıp yıksın.
Kitle içine dalıp keyfi olarak coplasın.
Annesi, babası yaşından insanları dövsün.
Rastgelene hakaret edip küfür etsin.
Gaz bombalarıyla gözleri kör edip can yaksın.
Eli sopalı sivil polisler gündüz gözüyle insan dövsün.
Ak şapkalı AKP genci polisle birlikte adam dövsün.
Zorla dükkan kapılarını kırıp soygunculuk yapsın.
Çimenlerde uzanıp güneşlenen gencecik kızları dövsün.
Sen, büyük bir pişkinlikle sorumluluğundan kaçınıp,
Her şeyi çapulcu dediğin halka hakaret edersin öyle mi?
Gelişen tüm bu olayların,
Kendi hatalarından kaynaklandığını görmezsin öyle mi?
Bununla kalmayıp "benim polisim haklıdır" diyeceksin. 
Sen, bu ileri sürdüğün bahanelerle kendini kurtaracağını mı sanıyorsun?
Yargına, hukukuna, polisine ve orduna mı güveniyorsun?
Her konuştuğundan da;
"Benim halkım, benim gencim, benim polisim,
Benim askerim, benim hukukum, benim adaletim,
Benim yargım, benim demokrasim, benim müslümanım,
Benim dinim, benim imanım, benim allahım" gibi deyimleri
Asla dilinden düşürmezsin.
Herkese bölücü, anarşist, terörist deyip
Bu yol ve yöntemle kendi maskeni gizlersin öyle mi?
Sıkıysa hiç bir polisi yanına almadan halkın içine bir gir bakalım.
Ama sıkıyor değil mi?
Çünkü suçlusun ve elin kanlıdır;
Hem de milyonların kanı,
Kürdistan çocuklarının ahı, 
Roboski'de paramparça olanların vahı, 
Dersim'de köyleri barajlar altında kalan yoksul köylülerin bedduası var.
Senin o ellerini sıkanın da mutlaka elleri kana bulaşmıştır;
Kaddafi'nin elini sıktın, kan akıttın.
Beşar'ın elini sıktın, kan akıttın.
Kısaca nereye gidip kimin elini sıktınsa, kan akıttın.
Sam amcanın uşaklığını yaptığınla gururlandın.
Belini sıvazlayıp seni BOP başkanı yaptı diye kendinden geçtin.
Ve kendini bulunmaz hint kumaşı sandın.
Sen suçlusun artık ve tüm suçların su yüzüne çıktı.
Gidicisin, battıkça da çırpınıyorsun.
Çırpındıkça da hep kirliliklerini kusup dışa vuruyorsun.
Halk diyor ki biz artık hasta bir adamı başımızdan istemiyoruz.
O koltuğu çok mu seviyorsun.
Yoksa ülkeyi Alevi-Sunni ayrımı propagandasıyla
Kan gölüne çevirmeyi mi planlıyorsun?
Yemezler artık, ne o Sunni eski Sunni ne de Alevi o eski Alevi…

Hasan DAL

(Edebiyatca - 09 Haziran 2013)

8 février 2014

BİR ÇELİŞKİ

sakine

 

Eğer bir kişilik kendisine egemen olan eski kişiliğe başkaldırırsa, ve eğer bu kimlik yeniden dirilirse, ve eğer bu kimlik yepyeni bir kimliğin ortaya çıkardığını savunursa, ve eğer bir kimlik kendi zıddıyla çatışmadaysa, daha birçok zıtlarla kavgadaysa, ve eğer bu kişilik gerekli düzene baş kaldırmışsa, ve eğer bu kimlik yeni bir düzenin savunucusuysa, eski bir düzene düşmansa, ve eğer bu kimlik emperyalizm, kapitalizm ve her türden gericilerden medet umarsa, veya bu kişilik, bu kimlik, Avrupa sahasında insanlık ararsa kanımca çok büyük bir yanılgıdır.

Çünkü günümüzde reel sosyalizmin yokluğu söz konusudur. Günümüzde bu emperyalist, kapitalist ülkelerde insanlık aramak siyasi bir yetersizliktir, bir intihardır. Günümüzde barıştan dem vurmak, bu dünyayı tanımamaktır. İnsanoğlu'nun şunu beynine güzel kazıması gerekir;          

"Zoru zor çözer, çivinin çiviyi söktüğü" gibi. Kendi öz gücüne güvenmeyen bir toplum, bir sınıf, bir parti, bir örgüt, bir grup, bir birey bir devlet başkasından medet beklerse, özellikle diz çökerse, politik de olsa, taktik de olsa cinayettir. Bu bir nevi diri diri yanmaktır. Günümüz artık bunu ispatlamıştır.

 

Hasan DAL

(Edebiyatca- 18 Şubat 1999)

5 février 2014

CAHİLLEN YOLA ÇIKMA

cahillen

5 février 2014

KUZULAR, ÇOBAN VE VAHŞİ HAYVANLAR

kurt

İlkönce kuzular sahneye konuldu. Çoban gelip önlerine yemlerini koydu. Kuzular yemlerine dalarken, peşinden Koyunlar etrafına bırakıldı. Onlara da ot bırakıldı yemeleri için. Ondan sonra büyük baş hayvanlar getirilip sahneye konuldu.

Velhasıl daire şeklinde sahneye konulan bu tabloya, yavaş yavaş ilk önce Kediler, sonra Köpekler, daha sonra Tilkiler ve Çakallar, en sonunda da Kurtlar ve Aslanlar, Kaplanlar etrafını sardı.  

Aç kalan Kuzular, Koyunlar, büyük baş hayvanlar, tüm yırtıcı hayvanların saldırısına maruz kalınca, büyük bir katliama uğradılar. Bir istisna olarak sahnede kurtulanlar ise birkaç asır kendine gelmeyip kendini tanımaz hale geldiler."

 

Hasan DAL

(Edebiyatca- 17 Kasım 2013

Publicité
Publicité
2 février 2014

DERSİM'DE SOL VE SOSYALİST HAREKET

 

adak agaci

          Eskiden halkın kültürüyle oynamayın denildiğinde her devrimcinin (!) edebiyatı güçlüydü ve damga hemen hazırdı: Karşı-devrimci! Sözde materyalistler eskiden Dersim'de Xızır'ı bile akıllarına getirmiyorlardı. Bunların Xızır'ı nasıl olmuştuysa, bir anda Marksizm ve Leninizme dönüşmüştü! Xızır ve Dersim'in ulu evliyaları, bir anda uçuşup gitmişlerdi. Halbuki her şey yine yerinde duruyordu. Ama kör felsefe gözleri kör etmişti artık. Bunlar, yaşadıkları toprağında yabancılaşıp adeta kendi atalarının celladı olmuşlardı! Halbuki Dersim halkının öz felsefesi, diyalektiğin ta kendisiydi ve her şeyi doğaydı, hareketlilikti, aydı, güneşti, suydu, topraktı, havaydı ve dünyaydı. Ama kimsenin bu gibi fesefeden haberi yoktu. Her şeye feodal kalıntı deyip geçiştirirlerdi. Feodal kalıntıyı (!) feodal davranışla hallediyorlardı. Feodalizme karşı çıkayım derken feodalizmin gerisine düşerlerdi. Xızır'a çağıranları, aya, berrak suya, yeri ısıtan ve ışıtan güneşe dua edenleri hep aşağılayıp hor görürlerdi. Üstelik kendi pirlerine ve dedelerine dil uzatacak kadar cahillerdi. Devletin zulmü yetmezmiş gibi materyalizmi her öğrenen Dersim genci ve kızı, bir anda kendini kaybedip atalarına karşı her türlü hakareti yapıp sanki büyük bir hünermiş gibi  gururlanırlardı. Bu yöntemle kendilerini ilerici göstermeye çalışıyorlardı. Özellikle genç kızlar, güzelim geleneksel şalvarı kaldırıp yerine modern diye Amerikan bez parçası olan kot pantalonuyla ilericilik havasına girerlerdi. Bunların geliştirdikleri bu tavır ve hareketleriyle, devlete hizmet ettiklerini bilmiyorlardı. Tüm bu gibi çirkefliklerle Dersim toprağında boy verip filizlenen eski kaddim toplumun kültürüyle oynayıp bertaraf eden, kendi atasını konuşturup bilgi alma yerine, kendi kültürüne hakaret edip atasını da yerden yere vuruyorlardı. Tabi bazı kendini bilmezler de buna har an alkış tutup olayı daha da körüklüyorlardı. Sabah el yüzünü yıkayan eski nesil, aya, güneşe ve kutsal insanlara dua ettikleri zaman hep gülerek alaya alırlardı. O zamanlar unutulmadı ve hafızalarda kayıtlıdır. Annesinin üzerine ateşi döküp yakmaya çalışanlar, babasına ve kardeşlerine hakaret edenler, hep ilericilik adına yapılıyordu. Devrimcilik gölgesi altında aşiretçiliği oynayıp devletin tuzağına düşenler de az değildi. Elbetteki bu tür davranışlarla çok eksiklikler ve hatalar oldu. Özellikle binbir çeşit sol fraksiyonu, bu alana getirip cirit atmasına göz yuman bir devletin tuzağına bu kadar mı düşülecekti? Bu hata Türkiye'nin genelinden de mevcuttu.

Şimdi de kapağı Avrupa'ya atanlar, çeşitli Web sayfalarında "ya Xızır "deyip günah çıkarıp kendilerini temize çıkarmaya çalışıyorlar ama iş nafile! Artık "ya Xızır" deyip sözde naifliğini göstermeye ve başkasını etkileme afsunluğu da para etmiyor. O Xızır ki gün gelir herkesin hakkında nasıl geleceğini çok iyi bilir. Kalkıp en kaddim ve en eski bir kültü yerle bir ederek egemenin hizmetine girip devrimcilik adına kendi kültünü yıpratıp, sonra eyvah ben ne yaptım demek de para etmez! Bugün acı gerçekler çomak gibi, şiş gibi bunların gözlerine sokul du mu, çılgına gelip tehditler savururlar. Ama maalesef eski devran bitti. O eskidendi! Herkesin gözünü edebiyat yapmakla, binbir takla atmakla kendilerini kurtarabiliyorlardı. Ama bugün artık o eski günler değil. Halk gerçekleri yaşadıkça bunların çıplak maskelerini görmektedir. Kendini bilen ve halkla iç içe yaşayan bilir. Bir toplumun bu kadar çok hızlı bir şekilde dönüşüme uğramasının nedenlerini net olarak hazmedemiyenler, çok çabuk hezimete uğrarlar ne yazık ki! Ondan sonra hayallerinde Don Kişot vari sürekli yel değirmenlerine saldırırlar. Keşke gerçek Don Kişot kadar olabilselerdi!

          Bugün Dersim'in hali içler acısıdır. Ama kimse bu hali göremiyecek kadar kördür. Veyahut da görüyorlar ama görmemezlikten gelirler. Eski devrimci nesil (1968 ve 1978 kuşağı) Dersim'de alan araştırmasını yapmaya bile tenezzül etmedi. Teşvikler yapıldığı halde binbir hile ve taklalarla engellendi, yapanlar da çok kısıtlı ve hırgür içinde yaptılar. Fakat yeterli de olmadı.

         Dersim hakkında objektif bir tarih yapılmadı ve kaleme alınmadı. Bu alanda her şey tahrip olduktan sonra ve Avrupa'ya kapağı atanlar, şimdi kalkıp masa başında internet vasıtasıyla kes-yapıştır misalî eser çıkarmaya çalışıyorlar. Bu gibi eserlerin Dersim halkına ne kazandıracağı da meçhul? Adamın biri kalkmış Ali Kemali ve Nazmi Sevgen gibi devlet ajanlarının hazırladığı kitapları referans göstererek Dersim tarihini yerle bir ediyor. Öyleki inernet ağında aşiretçi weblerden geçilemiyor. Şimdi hakim sınıfın masasında beslenenler, hazırladıkları bilgi kirliliğiyle günümüzde eser diye ezilen halkın tarihiymiş gibi sunanlara ne denilir acaba? Bu gibi kişiliksiz insanlara ne denilir acaba? Ben ad bulamıyorum.  

          Hem sosyalist olacaksın, hem emperyal sistemi bölücülükle suçlayacaksın, üstelik kalkıp "Zazacılık" adıyla Dersim'i ikiye böleceksin. Böyle bir siyaset dünyanın neresinde görülmüştür. Neymiş; gelişen Kürd siyasetine göre ben de siyasetimi belirlerim deyip, aynı hatalar zincirini tekrarlamanın ne anlamı var? Yani emperyalizmin böl-parçala siyasetine alet olacaksın, öte yandan materyalist geçineceksin öyle mi? Kürdistan kurulursa, bizde Zazakistan devletini kurarız. Kur bakalım kurabilecek misin, yoksa elaleme yem mi olacaksın? Asırlardır Dersim halkı Kurmancıyla, Kırmanckiyle (Dımılî) iç içe yaşamış, sonra kendini bilmez biri kuyuya taş atıp Zaza deyimini türetmiş ve kendine akıllı diyenler de bu kuyunun başına üşüşüp kuyuyla uğraşıyor. Bir de ikiyüzlülük yapıp materyalist geçineceksiniz. Materyalistseniz, o zaman sıfatlarla uğraşınız nedir peki?

          Bugünkü siyasî litteratüre göre hareket edilirse, hiçkimse hatalar zincirinden kurtulamaz. Zaten günümüzün siyasî litteratürüne asıl egemen olan dil, yine egemenlere ait bir siyaset dilidir. Devrimci sınıf, kendi siyaset bilimini günlük yaşamda bile yerleştirmemiştir. Böyle bir gerçeklikle karşı karşıya olduğumuz halde, yine de sürekli kimileri hep üç maymunu oynayarak gençliği olmadık şeylerle zehirlemeye kalkışıyorlar. Egemen sınıfı eleştirip yerden yere vururken, öte yandan aynı hatayı yapmakla ancak kendilerini kandırabilirler. Emperyalizmi böl-parçala-yönet diye karalayıp eleştireceksin, öte yandan "Zazacılık" propagandasıyla bölücülük yapacaksın. Peki sen kime hizmet ediyorsun? Dersim gençliğinin dağınıklığı ve eski hataların kaynağının asıl püf noktası bu konuda odaklaşır. Bu hatalar zinciriyle Dersim gençliği nereye gidiyor?

          Egemen sınıfın Dersim halkının kültür dokusu hakkındaki tavrı nettir. Fakat sözde egemen sınıfa başkaldırmış görünüp, özde ise onun ekmeğine yağ sürmekle meşgul olanlar, bu alanda her türlü kılıklarla takla atıp ATA-DEDE VE OCAK'ları karalayıp, kültürünü imha edenler, bugün kalkıp kendilerini affetmek için utanmazca Dersim geleneğini kurtarmaya ve yaşatmaya çalışıp, bu yol ve yöntemle günah çıkarmaya çalışırlar. Bu saatten sonra sizleri kim ciddiye alır ki?

 

Hasan DAL

(Edebiyatca - 23 Ağustos 2012)

1 février 2014

BASIN-YAYIN ÜZERİNE

 

kû

          Sermaye sınıfının temsilcileri asla devrimci olamaz. İstisna olarak toplumun hizmetinde olup, kâr amacı gütmeyen ve kollektif işyeri açıp halka hizmet sunanlar devrimcidir ki günümüzde pek nadirdir veyahut da hiç bulunmaz. Devrimci veya proleter, sadece emeğini kol ve bilek gücüyle kazanandır. Fikir emekçileri de aynıdır. Tarlada çalışan ırgat veya yarıcı da aynıdır.

          Türkiye’de egemen düşünce tarzı, hep bedevadan geçinmek olmuştur. Bu tür yaşam tarzı, hayatın her alanında kendini belirgin bir şekilde göstermektedir. Hazıra konma, çalma, rüşvet, alavere dalavere vs. gibi havadan kazanma hırsı, tohum gibi ekilmektedir. Hep biri çalışsın, birkaç kişi beraberinde sırtına binip yesin, fikri egemendir ki bu yapı, Anadolu toplumuna özgü bir yapıdır. Bir de buna yeni bir kapitalist kapı aralanınca, işler daha da karmaşıklaşır. Kapitalizmin yarattığı boşluktan faydalanıp geçinen, nice kendini uyanık belleyip ”devletin malı deniz yemiyen keriz” gibi bir anlayışla, devleti soyduklarına inanıp, yoksul halkın vergisinden faydalananlar var. Açıkçası halkı soyan, bir yandan devlet olur diğer yandan da ayrık otu gibi türeyen tefeci-tüccarlar, mafya ve çeteler olur. Ayrıca hayali ihracatlar, vurgunculuk vs. gibi olaylar da fazlası. 

Türkiye’de kültür çalışması ve basın- yayın alanında, müthiş bir sömürünün olduğunu, en az tahmin ediyorum. Genel anlamda, kitap basın-yayın evlerinin asıl amacı, kültür veya edebiyat, sanatçılık amacını taşımıyor. Eskiden belki parmakla sayılacak kadar birkaç kitapevleri vardı. Birkaçının hakkını vermek gerekir. Fakat günümüzde ayrık otu gibi piyasaya çıkan bazı yayınevlerinin, rant peşinden oldukları da bir gerçektir. Eskiden korsan yayıncılık hayli ağırlıktaydı ve kontrol da pek yoktu. Sanırım bu kontrolsuzluk, günümüzde de devam etmektedir.

          Kimi basımevleri, eser sahibiyle gerekli kontratı (sözleşmeyi) imzalarlar. Fakat sözleşmeyi imzalayan bazı basın evleri, sözleşmenin içeriğine sadık kalmayıp, yine emeğe saygısızlık temelinde hak ihlalinde bulunurlar. Yani telif hakkı denilen şey, bazı yayınevleri için, sözde bir sözleşme akti olarak kâğıt üzerinden kalır. 

          Kitap basım ve yayımcılık konusu, dünya genelinde artık özelleşmeye doğru yol alıp, hatta bağımsız çalışan yazarlar da var. Yani günümüzde kendi eserini kendisi bastırıp dağıtan yazarlar da artmaktadır. Ayrıca kitap okuma sıkıntısının yanında, dağıtım sorunlarının olması ve hayli bir masrafa yol açtığı için, eser sahibine belli bir miktar, kitap karşılığında telif hakkı olarak geri ödenmektedir ki bu da, yayınevi sahibinin kolayına gelir.

          Bazı yayınevleri de kitap sayısı karşılığında fiyat belirler ve ona göre hareket eder. Tecrübesi olmayan bir yazarın, bu gibi tuzağa düşmesi durumunda, kitaplar olduğu gibi elinde kalır. Bir de yazarın çevresi yoksa, çıkarılan ve ödenen masrafların boşa gideceği sözkonusudur ki bu da, yazara en büyük bir darbe olur. Nihayet bu gibi bir yığın olumsuzluklar yaşandı basın dünyasında. Zaten sermaye sınıfı tarafından medyalaşan birkaç burjuva yazar ve entellektüel takımının, kitap satma derdi yoktur. Bu gibilerin kitap dağıtımını, yayınevleri üstlenmektedir. Fakat asıl sorun, tanınmamış yeni yazarların sorunudur. Topluma bir şeyler verme derdinden olanların tüm çabaları, biriktirdikleri birkaç kuruşla bir şeyler topluma verme ve toplumu aydınlatma derdinde olanların, bu alanda çektikleri cefaların haddi hesabı yoktur. Aslında sadece kitap olayı da değil, edebiyat, sanat, her çeşit artistik, resim, foto ve ses sanatçıların çıkardıkları kasetler, Cd’ler vs. gibi tüm kültürel faaliyetler aynı sorunlarla karşı karşıyadır.

          Eser dağıtımı konusunda ha keza binbir rezillikler sözkonusudur. Dağıtım veya teslimlerde, kitapların veya eserlerin tamamen sağlam ve dayanıklı kolilerce kolilenmez. İncecik koliler yırtılıp dağılır ve eserler halden hale girerek renk değiştirir! Dağıtımalarda eserler paramparça olur, kitaplar harebeye dönüşür. Bazen de eserler eksik gönderilir.  Kolilerde adresler yanlış yazılır ve koliler yanlış adrese gider. Yanlış telefon numaraları verilir, yazar uğraştırılır, bıktırılır vs. Bazen de eserler ortadan kaybolup sahibini bulmaz, götürülüp başkasının kapısına bırakılır.

          Bazı yayın evleri, hele hele yurtdışından birkaç kişiyle anlaşıp, bu alandaki fikir ve düşünce emekçilerine kurulan tuzakların haddi ve hesabı yoktur. Yeni yeni sol ve aydın genç yazarların, bazı basın-yayın kuruluşları tarafından tuzaklara düşürülmesi gibi olayların yaşanması da var.

          Türkiye zemininde bir iş yapıldığı zaman, illahi ki her işin sonunda bir olumsuzluğun yaşanması kaçınılmazdır. Basın-yayına iş götüren yazar, hem eser sunar hem de parasıyla rezil duruma düşer.  Ondan sonra çıkan olumsuzluklar karşısında sözde adalet kapıları çalınmaya başlar. Açılır mahkeme yolları. Artık güçlü olan, bir diğerini vurur da vurur! Türkiye gibi bir ülkede, zaten herkes kendi kaba gücüne dayanarak iş yapar. Onun zihniyetinde, asla iyilik ve merhamet duyguları yer almaz.

Günümüzun politikası çerçevesinden bakıldığında, ticaretle uğraşanların sınıflandırılması veya falanca bizden, filanca bizden değil gibi sakat anlayışların da çok sakıncalar doğurduğu bir gerçektir. Sermayenin ABC’si yoktur. Sermayenin tek amacı var; kâr amacına dayalı sömürüdür. Ticaretin genel anlamı da, manası da budur. Ticaretin, ne sağı olur ne de solu. Ticaret ticarettir.

          Basın- yayın alanından, Alevilik, devrimcilik ve sol adına yapılan çirkefliklerin de haddi sınırsızdır. Özellikle yurt dışındaki tecrübesiz insanların bu tuzağa düşürülüp gerekli para alındıktıktan sonra kişiye sadece telif hakkı diye birkaç kitap çıkarılıp verilir. Akabinde yayınevi, cebine koyduğu paranın karşılığındaki kitapları da çıkarmamaya çalışır. Yurt dışındaki insanın kontrolü olmadığı durumu hesaba katılarak, bu gibi hileli yollara baş vuran yayınevleri yok değildir.

          Kapitalist sistemin yarattığı boşluktan faydalanan bu gibi basın yayınevlerinin de para birlikçi veya günü birlikçi yaşayıp, ne koparırsam kârdır felsefesiyle bu işi yürütmektedirler.
          Şimdi bu yollara başvuran basın-yayınevleri, kültür yayma mantığıyla yola çıkanların asıl amacı rantçılık olduğu artık kaçınılmaz olmuştur. Kültürel alanda hizmet veren diğer çoğunluk kesimini de belirtmek gerekir. Sanat, edebiyat ve kültür alanına da el atan bazı asalak kesimlerin, bu alanı da rant kapısı haline getirmeleri, ne yazık ki emek işçilerini de sömürmektedirler. Bu haksızca sömürü karşısında, sistemin yarattığı boşluktan faydalanma fikridir. Ama işin garibi yine popüler olan ve piyasada sol görünüp, asıl her türlü spekülatörlüğe soyunan da yine sol adına piyasaya çıkan bazı tefeci kesimlerdir. Bunlar, piyasa gereği ortam neye müsaitse, öyle görünmek veya diğer bir deyimle “nabza göre şerbet verme” her türlü ortama ayak uyduran, bu aracı ve tefeci tüccarların ne derece sol, devrimci veya alevi oldukları da bir başka tartışma konusudur.

          Sanat ve kültür alanını bu gibi aracı ve tefecilere bırakmak ne derece doğrudur, bu da tartışmalı bir konudur.  

          Telif hakkı zaten başlı başına ayrı bir sorundur. Ki eserin korunması, kopyalanmaması, çalınmaması vs. gibi işlemlerin Türkiye gibi bir ülkede apayrı bir olaydır. İnsanların gözleri içine bakıp adeta tehditvarî bakışlarla rüşvet istenilen ve gelenek haline getirilen bir toplumda, bu gibi işlerin olması da kaçınılmaz olarak doğal mı karşılamak gerekir, bilemiyorum. Özellikle bu telif hakkı, bütün dünya genelinde başlı başına bir sorun haline gelmiştir. Ne yazık ki, basın ve fikir emekçileri de kültür alanında sömürülmektedirler. Egemen sistem, her alanda bir sömürü ve talan aygıtını geliştirmiş olup, bütün emekçi kesimini tamamen etkisiz kılmıştır. Kültür alanını eline geçiren birkaç tefeci-tüccar  baronlarına karşı, fikir emekçilerinin artık bir araya gelip örgütlü bir çatı kurmaları da ihtiyaç haline gelmiştir. Özellikle fikir emekçilerinin “telif haklarını” koruma altına alınmasına dair bir Avukatlık bürosunun da açılması gerekir, sanırım. Aslında emek hakkında ayrım koymamak gerekir. Veyahut da birini el üstünde tutup, diğerini önemsizleştirmek gibi bir düşünce tarzı da emeğe haksızlık olup saygısızlıktır. Emeğin büyüğü küçüğü yoktur.

          Söz konusu edebiyat, sanat ve kültüre hizmetse, emeğe saygılı olmak temelinde dürüst ve sebatçe çalışmak en doğru yöntem olmalıdır. Eğer sadece tek yanlı ve politik eserler çıkarmaksa amaç, bu yolun da bir yöntemi olmalı. Yok eğer sözkonusu para kazanmaksa, yine özverili, dürüst, emeğe saygılı ve güvenle hizmet verilmelidir. Edebiyatın hakkını verip kendini kabullendirmek olmalı. Yoksa sadece rantla iş hal olmaz. 

         Genel anlamda basın-yayın evlerinin geniş ve homojen olmaları, tüm seküler dallara ve branşlara yer verip açılmalıdırlar. Ama genel kaideye bağlı kalmak şartıyla... işi temiz ve emeğe saygılı olmak şartıyla... Herkesin hakkına saygı duyup, hakkını dürüstçe vermek şartıyla... Sözkonusu halka geniş bir hizmet vermekse, daha bilinçli, proğramlı, disiplinli ve sebatlı çalışmak ilke edinmeli. Aksi durumda yoksulu çarpayım, düzenin boşluğundan yararlanayım, köşeyi döneyim gibi anlayışlarla kimse bir yere varamaz. Kul ve yetimin hakkı, hiç kimsenin boğazından bal olarak girmez. Onun da mutlaka hakkı gelip boğazda bir düğüm olarak kalacağı kaçınılmazdır. 

 

Hasan DAL

(Edebiyatca - 25 Ekim 2013)

29 janvier 2014

SEVDALIM

 

silan

 

Güneşli bir gün geçirmek,

Günle ısınmak,

Havayla uyum sağlamak,

Zamanla kucaklaşıp hasret gidermek,

Ve en yakın bir arkadaşla haşir neşir olmak.

Be sevdalım, bundan daha iyisi ne olabilir,

Yaşıyoruz ya dimdik onurumuzla!

 

Hasan DAL

(Edebiyatca - 29 Ocak 2014)

28 janvier 2014

AH ŞU İNSANOĞLU

insan ve hayvan

 

Sadede gelip de bugün en gerçek ve yalın bir şeye dokunayım dedim. Yolda yürürken bir Kedi’nin soğukta, rüzgârda, sokakta yürüğünü gördüm. Beni görünce koşup çöp bidonlarının altına girip saklandı. O anda insanoğlunun, Kedi hakkında söylediği "nankör" deyimi aklıma geldi. Ben, bu deyimin muhasebesini yaptım. Kendi kendime; acaba insan oğlu mu, kedi mi nankördür diye, düşünüp durdum.

          Kediler veya tüm hayvanlar konuşmadıkları için, her şeyi insan oğlu kendi algısı ve olağanüstü aklıyla bir isim bulup doğada ne varsa adlandırmış. Yoksa zavallı Kedi veya doğada varolan tüm canlı ve cansız ne varsa, insan oğlunu adlandırmamış.

          Şimdi bir anlık sadede gelelim! Madem doğadaki tüm canlı ve cansız varlığı (Allah kavramı da dahil) insan oğlu adlandırmış, hatta evrende ne varsa isimlendirmiş, peki kendine insan diyen bu garip yaratık, Kedi diye adlandırdığı canlıya nasıl nankör diyebilir? Hani adlandırdığı bazı hayvanları da, yine kendi hemcinsini aynı adla aşağılandırmakta ve hakaret etmekte ya! Hani birine Eşek gibi adam! veya Öküz gibi adam! Odun gibi adam! vs.. deniliyor ya!

          Ben, bu insan oğlunu anlamıyorum. Hemcinsine hayvan diye aşağılayıp hakaret eder. Ama bu insan; hayvan etiyle, sütüyle, kılı ve tüyü ile beslenip korunmuyor mu? O halde kendisi ne oluyor diye, hep düşünürüm.

         Örneğin; Eşek, Beygir, At ve Katır vs. diye, aşağıladığı veya adlandırdığı hayvandan faydalanır, her türlü taşıma veya yük işini onunla temin eder. Ama yeri gelince de Eşek yine Eşek olarak aşağılanır. Diğer hayvanlar için de aynıdır. Hiçbir değeri olmaz. Öküzü çifte koşar, harmanda döven gezdirir, yaşlanınca da ya satar, ya da kesip etini yer. Derisinden ayakkabı veya deri giyim vs.. yapar faydalanır. Boynuzundan bıçak sapı yapar faydalanır. Ama yine de Öküz’ün değeri olmaz. Kısacası her hayvanın kendine özgü bir işlevi var. Ama hiçbir değeri olmaz. Bu insan oğlu denilen canlıya hiçbir şey yaranmaz nedense! Köpek de, Kedi de yaranmaz. Peki bu insan oğlu neden asla bu yönünü görmez de Kedi’nin kendi sahibine(!) bir çimdik atmasıyla veya unutmasıyla hemen nankör olur! Acaba nankörlük Kedi de mi yoksa insan oğlundan mı? Bence her şey ve bütün suçlar insan oğlundan kaynaklıdır. Beyniyle, düşüncesiyle, fikriyle insan oğlu her şeyin başıdır.

          Peki nasıl olur da bir Kedi, yaptığı davranışla hemen nankör olur da, bu 21. yüzyılda her türlü Atom bombasıyla tüm canlıları imha eden, cayır cayır fırınlarda ve otellerde yakanlara ne denilecek? Faşist denilir kabul edilmez ve karşı çıkılır. Köpek denilir hakaret denilir. Öküz denilir aşağılama sayılır. Şerefsiz, ahlâksız denilir hakaret sayılır. O zaman bu kavramları insan oğlu yaratmadı mı yoksa konuşmayan hayvan mı yarattı? İnsan oğlu, bu kavramların kendisine de yöneleceğini hesaplamadı mı? İşte Atom bombasını yaratan, gün gelince kendi soyunu da yok edeceğini bilmiyor muydu? Bal gibi biliyordu! Peki her türlü canlıyı kendi şahsî menfaatı için öldüren insan, nasıl modern veya namuslu, şerefli veya ahlâklı olabilir! Savaşlar vasıtasıyla toplumsal katliam yapan soykırımcı caniler nasıl insan olabilirler! Bunlara insan demek milyon, hatta milyar şahit bile yetmez.

          O halde insan oğlunun hayvandan da beter yanı var. En saldırgan ve en yırtıcı hayvana vahşi denilir. Eski veya ilkçağ insanı, ortaçağ insanı, yakın çağ insanı, modern çağ insanı diye süreç veya devir içerisinde kendisinin yenilendiğine ve modern olduğuna dair sürekli iddia eder. Bence insan oğlu kendini kandırmaktadır. İnsan oğlu, o en ilkel çağ insanından daha geridedir. Ama o ilkel insanlar, bugünkü insan gibi her çeşit Atom bombaları (nükleer, biyolojik ve kimyasal) kullanarak kalleş ve zalim değillerdi.

          Ah şu insan oğlu ne garip! Müthiş beyniyle adlandırdığı tüm canlı ve cansız varlıklar, ah bir dile gelseler de, şu insan oğlundan bir hesap sorsalar, ne iyi olur! O zaman, kimin insan kimin hayvan olduğu netleşirdi, ama ne fayda!

Hasan DAL

(Edebiyatca- 14 Mart 2013)

27 janvier 2014

DELİ

çarsamba pazari


          Bir insan, kendi sosyal yaşamında bir takım dersler almayıp yaşam ürününden tecrübe edinmezse budalanın biridir.

         Birey kalkıp ortada dolaşan aylak ruhlu kişilere özenirse, bu da budalalıktır. Bilhassa kalkıp bir kişinin taklidini yaparsa, kendine örnek alıp devamlı öyle kalmak isterse, vay o insanın haline!

         Bir bireyin taklidi yapılır. Fakat toplumun bir üyesi olarak birey, toplumun yaralarına karşı suç işlemişse, davranışlarda birtakım dengesizlikler ortaya çıkıyorsa ve bu yapılan davranış ve tutumlar topluma ters düşüyorsa yerindedir. Taklit aynı zamanda yapıcı ve uyarıcı olmalıdır.

         Ne yazık ki bazı kişiler var, hep bulutlar üzerinde uçarlar, kendilerini arşın üstündeymiş gibi hissederler. Ona buna özenip, onun bunun özenine de kapılarak esir duruma düşerler.

         Halbuki insan, her şeyden önce yaşam mücadelesi boyunca edinmiş olduğu ekeneği doğrultusunda, yaşam ürününden edindiği tecrübelerin değerlendirmesini yaparsa, kanımca daha elverişli bir ekin durumu ortaya çıkmış olur. Yani kişi veya toplum, kendi ekeneğiyle yoğrulmalı. Şunu kabul ederim;

       Bir kişi çevresinden bağımsız olamaz. Muhakkak çevreden etkilenir. Fakat burda önemli olan bireyin, kendi kendine, bireyin bireye karşı sorumluluğu, ondan sonra çevreye karşı sorumluluğu yani topluma karşı sorumluluğu devreye girer. Esas olarak karşı çıktığım durum, dağınık ve yersiz bilgilerin kişiye adapte edilmesidir. Zorunlu bilgi, istenmedik bilgi vs... Bu durum, kişinin ne yapacağını kesinlikle belirlemez. Aynı zamanda kişi, kendi geleceğine de yön vermez. Fakat uygulama ve deney yöntemiyle kendi yeteneğini zamanında geliştirebilir. Kişi, kendi geleceğini yaşam ürününden aldığı birçok ekenekle, öğrenme ve görüp algılama-uygulama-yanılma yöntemiyle muhakkak yolunu özgürce bulup seçer.

          Bizler ne yapıyoruz? Ayrık otunu yeşertmeye çalışıyoruz. Nasıl ki ayrık otu ne tarafa kendine doğru kolay bir yol bulur ve etrafa yapışıyorsa ve yetişen diğer faydalı bitkilerin de gelişmesine mani oluyorsa, biz insanlar da öyleyiz. Gelişmek isteyen insanların, bireylerin, hatta çocukların, toplumların önüne bir takım engeller çıkarırız. Onların gelişmesine, düşüncelerine birer kilit vururuz, zihinlerini köreltmiş oluruz. Onları kendi düşünce ve fikrimiz doğrultusunda zorlamaya çalışıyoruz. Halbuki bırakalım insanlarımız düşünsünler, fikir üretsinler, özgürce yaşasınlar. Kendilerini tanımaya fırsatlar verilsin ki topluma yararlı olsunlar.

          Çok yazık oluyor bu ülkeye ve bu ülkenin o süper zekâlı çiçeklerine! Ve onlara kucak açıp laf edebiyatıyla, zehirli suyla kafalarını bulandıran o güzelim taptaze yumurcaklara yazık!

         İşte biz insanlar! İşte geçmişimiz! Ve işte geleceğimiz. Bu, inkârın inkârı değil de nedir? Çağdaş, medeniyetli, uygar ve eğitilmiş sosyal insanlar! Öyle insanlar tanırım, öyle insanlar gördüm ki yabancısı değilim. Çünkü çiftlik aynı, içinde barınanlar da aynıdır. Fiziksel yapıları bakımından da aynıdırlar. Bahçemiz hep aynıdır. Fakat çiçeklerimiz ayrı cinstendirler. Çünkü bu bahçe, benim bahçem’dir. Özellikle bu bahçenin güllerine, çiçeklerine büyük bir özenle uğraşıyorum. Ara sıra yaban otları da yeşeriyor. O ayrık otuyla az mı uğraştım? Bir türlü kökünü kurutamadım. Çünkü o güzelim sevgi kokusunu etrafa saçan güllerime hep zararı oluyor. Ah o yaban otları ah! Ah o ayrık otu! Nice güzel güllerimin canına kıydı! Nice güller kuruttu! Bu gidişle kurutacak daha.

          İşte benim bahçem böyle bir bahçedir. Benim bu bahçemde öyle insanlar var ki, mevki sahibi oldukları zaman sarhoşluklarına kapılarak kendi hemcinslerine eziyet etmekten büyük bir haz duyarlar. Bu neyin sarhoşluğu! Bu neyin ürünü! Bu ne âlem? Bu neye delalettir! Sadece bir zavalılıktan öte bir şey değil. Fakat böyle durumlara gülüp geçtiğim zaman da damga hemen hazırdır; "Deli..."

 

Hasan DAL

(Edebiyatça - 24 Aralık 1985, 19h25)

Publicité
Publicité
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 20 > >>
Publicité